Allah doğanın tüm ayrıntılarını kendi zıddıyla bir bütün olarak donatmıştır. Sözgelimi, gül rengiyle kokusuyla albenili bir çiçektir. Oysa çevresi dikenlerle kaplıdır. Elimize diken batmasını göze alamıyorsak, gülü koklama ondan haz alma hakkımız yoktur. Ne demiş atalar: ? Gülü seven dikenine katlanır.? Bal arısı bal üreten çok yararlı bir böcektir ama kuyruğundaki iğnede zehir taşır.
Hiçbir şey hepten iyi ya da kötü değildir. O bizim bakış açımızda belirginleşir. Bütün mesele bir bütünü kendi özgünlüğü içinde tüm ayrıntılarıyla birlikte algılamaktadır. Yoksa vardığımız yargı bizi yanıltabilir. Baktığımızda tüm varlıkların bağlı olduğu bir ekolojik denge vardır. Bu dengeye,( ne kadar ayrıcalıklı yaratılmış olursa olsun) insanoğlu da kendi doğası içinde uymak, katlanmak zorundadır. Her neye ulaşmak istiyorsak, onun zorluklarına katlanmak gerekir. Zoru göğüslemeyi göze almadıkça başarıya ve ereğimize ulaşma şansımız da olamaz ki.
Sevincimiz, acımız, güzelliğimiz, çirkinliğimiz, sevgimiz, nefretimiz, dostluğumuz, düşmanlığımız, hoşgörümüz, katılığımız, iyiliğimiz, kötülüğümüz, özgüvenimiz, kuşkumuz, cesaretimiz, korkumuz, inceliklerimiz, kabalıklarımız ne kadar zıtlıklar içerse de bunlar evrensel duygular ya da tepkilerimizdir. Bize aittir ve bizimledir. Sonuçta bizim farklı yanlarımızdır. Yaşam, inişleri, çıkışları, yokuşları, düzlükleri, derinlikleri ve uçurumlarıyla yürünmesi gereken çileli bir yolculuktur. ?Uzun ince bir yoldayım/ Gidiyorum gündüz gece/ Bilmiyorum ne haldeyim/ Gidiyorum gündüz gece? diyor Ã?şık Veysel. O yolda aşılması gerekli nice engeller, zorluklar ve tuzaklarla karşılaşırız. Kimi zaman bir dikenliği, bir bataklığı, bir çölü geçmek ya da bir uçurumu, bir dağı aşmak zorunda kalabiliriz. Ereğimiz, mutluluğumuz hep zorun ve acıların ucundadır. Zorluklar ve acılar ki bizi yetkinleştirir. Direncimizi, kendimize güvenimizi besler. Acı çekmeyen mutluktan ne anlar ne de onun ayırımına varabilir, değil mi?
Her soruna karşı yeni devinimler geliştiririz. Kimi zaman acı çeker, kimi zaman kazanımın mutluluğunu yaşarız. Bir konumdan diğerine geçmek değişimi, yenilenmeyi, gelişimi sürekli kılmak zorundayız. Doğanın mayasında var, bu. Bunlar yoksa ruhsuz, devinimsiz bir alışkanlığın tutsağı oluruz. Tüm nimetler, külfetler insanoğlu içindir. İnsanoğlunun doğası bunlarla savaşım gücüyle donatılmıştır. Yeter ki insan kendi donanımının bilincinde olsun, kullanma istencini gösterebilsin. Adını anımsayamadığım bir düşünür şöyle der: ?Hayatta hiçbir risk almayan insan, garanti zincirleriyle bağlanmış bir köle gibidir. Büyüyemez, değişmez ve gelişemez.?
Savaşımsız bir hayat düşünmek, insanoğlunun yaradılışına ters düşmek olur. Öyle olsaydı, bu günkü uygarlık da olmazdı değil mi? Mücadele hayatın tuzu, biberi ve de gelişimin itici gücüdür, dersek yanlış bir yargı olmaz, sanırım. Yaşam zoru yenmek, engelleri aşmakla anlam kazanır, renklenir, çeşitlenir ve de bereketlenir, değil mi? Başka türlü (durağanlıkla) beklentilerimize nasıl kavuşuruz, nasıl mutlu olur, geçmiş ve geleceğe borcumuzu nasıl öderiz ki? Bütün bu kazanımlar için savaşımın tüm risklerini göze almamız gerekir, elbette?¦
Varsıllığın kolaylığı ve alışkanlığı durağanlaştırır; mutlu etmez insanı. Hele de bu varsıllık hazırcılığa dayanıyorsa?¦ Ne demiş atalar? ?Hazıra dağ dayanmaz.? Önemli olan insanın kendi ayakları üstünde durabilme savaşımıdır. Hazırcılığa dayalı alışkanlıklar ise mutluluğun düşmanıdır. Çünkü alışkanlıkta değişim, yenilenme ve gelişim durağanlığa tutsak olur. Oysa Tanrı her insana mücadele alt yapısını cömertçe bahşetmiştir.
Bu nedenlerle refahımıza ve uygarlığa katkı çabamız sürekli ve üretken olmalı, bence. Kanımca riskler ne olursa olsun, savaşımın durmaması gerekir, elbette. İnsan ömrü fırsatları heba edecek ya da erteleyecek kadar uzun değildir. Kaldı ki zorlukların üstesinden gelecek donanıma da sahiptir. Yeter ki istenç göstersin. Bana göre yaşam, her yanıyla bir savaşımdır. Bunu göze alanlar kazanır ve de hayatı anlamlı ve kaliteli yaşarlar, demeye çalışıyorum.