“Kalkınmanın motor gücü nedir?”
Motor demek hareketlendiren ve ileriye götüren demektir. Kalkınmanın motor gücü derken de, kastettiğim, hangi model, hangi yöntem, bir Ülkede, bir toplumda kalkınma için bir büyük harekete sebep olabilir? Nasıl bir sistem, kim ya da kimler bir Ülkede, bir toplumda ekonomik gelişme için bir ivmeye neden olabilir? Öyle ki, bu hareket ve ivme, zaman içinde dalga dalga, halka halka yayılır ve ilerler. Ülkemizde ne yapalım, nasıl bir model getirelim de, şu ma’kûs (uğursuz) kaderimizi ters yüz edelim ve gerçek bir hamle yapalım.
İşte bunu ben de hep kendi kendime sormuşum ve karınca kararınca araştırmışımdır.
Tarihe baktığımızda, bazı yazar ve düşünürler, Avrupa’da kalkınmanın ilk motor gücü olarak Protestan Ahlakını öne çıkarırlar. 16. Yüzyıla gelindiğinde Avrupa’da bir akım ortaya çıkar ve bu akım Katolik Hıristiyan inancına karşı bir muhalefet ve tepki hareketi olarak kapitalizmi, serbest teşebbüsü, Dünyada kazanç elde ederek çalışmanın faziletini savunur. O tarihten öncesine kadar Katolik Hıristiyan inancı saplantılı bir şekilde Dünyadan el etek çekmek felsefesini savunurken Protestanlık tam tersini yaygınlaştırıp serbest ticareti, kapitalist düşünceyi ve bireyin kazanç elde etmesinin Toplumun da yararına olduğunu savundu.
Bizim Ülkemizde de özellikle Osmanlı’nın son yıllarından itibaren “ne edelim, ne yapalım da bu Ülkeyi kalkındıralım” düşüncesinin bazı Yazar ve Düşünce Adamlarınca tartışıldığını ve bunun üzerinde kitaplar yazıldığını görmekteyiz. Bu noktada özellikle Prens Sabahattin’in “Ademi Merkeziyetçilik ve Ferdiyetçilik” düşüncesini, Ziya Gökalp’in “Toplumculuk ve Devletçilik” fikrini, Said Halim Paşa’nın Üç Tarz-ı Siyasetini (İslamcılık, Batılılaşma ve Milliyetçilik) ve bu alanda düşünce geliştiren onlarca Yazar ve Mütefekkirin (Yusuf Akçura, Mehmet Akif ve benzeri Aydınların) görüşlerini belirtmekte ve hatırlatmakta fayda vardır. Bunlardan daha önemlisi belki de, bizzat Ulu Hakan Abdulhamid’in uygulamaya koyduğu yatırım ve hamleler ile kalkınmacı düşünceleri ve geleceğe dair tasarım ve programlarıdır.
Osmanlı’nın çöküş döneminde Ülkesini seven ve halkının geleceğini düşünen İdareci, Yazar ve Düşünce Adamları bu işin sancısını çekmiş ve fikir geliştirmişlerdir. Hepsi kendi bakış ve görüş açısına göre kalkınma için bir motor gücü tespit etmiş ve “ekonomik gelişmeler bu doğrultuda olmalıdır” diye fikir savunmuşlardır. Cumhuriyetin ilk yıllarından sonra da kalkınma üzerine, ekonomik gelişme üzerine olan araştırma ve tartışmalar devam etmiştir. 1950’li yıllara kadar Devlet ağırlıklı bir kalkınma modeli, daha sonra 1950-1960 arasında zenginliğin halka yayılması ve serbest ticareti öne çıkaran bir kalkınma anlayışı, 1960’dan sonra 1980’lera kadar planlı ekonomi anlayışı, 1980’den sonra dışa açık büyüme anlayışı ve günümüzde de aynı anlayışının devam ettiğini görmekteyiz.
Cumhuriyet Dönemine baktığımızda kalkınmacı görüşlerin “bize plan değil pilav lazım” diyen serbest liberal ekonomiyi savunanlarla planlı ekonomiyi savunanlar arasında geçtiğini müşahede etmekteyiz.
Şimdi buraya kadar hep kendi dışımdakilerin görüş ve düşüncelerini özetledim. Şimdi bundan sonraki kısımda, “kalkınmanın motor gücü nedir” sorusu çerçevesinde kendi görüşlerini açıklamaya çalışacağım.
Bireyciliği kalkınmanın motor gücü olarak görmekle birlikte, kapitalizmin acımasızlığının ve serbest piyasa ekonomisinin çok da makul ve mantıklı işlemediğini düşünüyorum. Herkes bir şeyleri kendi çıkarına üretirse elbette bu Toplumun da çıkarına bir netice meydana getirir. Bir marangoz bir masa üretmek üzere, kereste satın aldığında, hırdavatçı da bundan fayda görür. Bir çiftçi ahırdaki keçileri için ot ve yem satın aldığında, bundan peynirci de yarar görür. Üretim ve ticaret dalga dalga bir etki meydana getiren bir özelliğe sahiptir. Serbest piyasa ile üretim ve ticaretin önündeki engeller kaldırıldıkça bundan tüm Toplum yarar görür. Ancak, tamamen de serbest piyasa olmamalıdır. Planlı bir yaklaşımla Devlet yönlendirici bir rol üstlenmelidir. Özellikle “israfları önlemek ve zenginin daha zengin, fakirin daha fakir hâle gelmesini önleyecek tedbirleri” Devlet bizzat almalıdır. Ülkenin bir bölgesi zenginleşmişse, bu bölgedeki yatırımlara vergi artırımı, Ülkenin diğer bölgesi fakirleşmişse bu bölgeye de yatırımlarda vergi indirimi uygulanmalıdır. Böylece denge sağlanmalıdır.
Kapitalist iktisat teorisinin insanlara dayattığı “insanların ihtiyaçlarının sınırsız, kaynakların sınırlı olduğu” görüşüne karşı bir model geliştirmek gerektiğine inanıyorum. Bütün kâlbimle ve fikrimle inanıyorum ki, “insanların ihtiyaçları sınırlı, kaynaklar sınırsızdır.” Allah’ın nimetleri saymakla bitmez. Ancak, insanlar temelde beş büyük ihtiyaç içindedir. Bunlar, “yemek-içmek, giyinmek, barınmak, güvenlik ve eğitim” ihtiyaçlarıdır. Bunlar dışındaki ihtiyaçlar gerçek ihtiyaç mıdır? Yoksa kapitalizmin bir dayatması mıdır? Bunun düşünmek gerekir.
Devlet bu beş ihtiyaç noktasında insanların hayatlarını kolaylaştırmalıdır. Bu ihtiyaçlar için hiçbir vergi alınmamalıdır. Bunun dışındaki her ihtiyaç lüks sayılıp büyük vergiye tabi tutulmalıdır.
Bunlarla birlikte şu hususu da kalkınma ve ekonomik gelişmede asli bir hususu olarak görüyorum: İslam’da “mülk Allah’ındır.” Toplumda hiçbir kimse kendisini mülkün asıl sahibi olarak görmemelidir.
Netice itibariyle kalkınmanın motor gücü “ne tek başına birey ve ne de tek başına Devlet’tir.” Kalınmanın motor gücü bu iki büyük gücün bir araya getirilmesidir. Bireyin beş temel ihtiyacının Devletin garantörlüğü altında olduğu ve bunun dışındaki tüketim harcamalarının kısıtlandığı, insanların kendi şahsi teşebbüsleriyle çalışırken aynı zamanda Toplumun da yararına hizmet ettiği anlayışı içerisinde işlerinin kolaylaştırıldığı ve “mülkün asıl sahibinin Allah olduğu fikrine ve inancına sahip fertlerin yetiştirildiği bir model” ideal bir modeldir. Ne Toplum için birey feda edilmeli, ne de birey için Toplum feda edilmelidir. Herkese hak ettiği kadar ve layık olduğu şekilde davranılmalıdır. İşte bu ilkeler içerisinde çalışıldığında kalkınma da sağlanır, ilerleme de gerçekleştirilir. Vesselam.